Tarık Buğra’nın kitaplığı 30 yıldır ayakta
HATİCE BİLEN BUĞRA
Okumayan toplum okuyanı taklit etmeye, onun peşinden gitmeye, bunu yaparken de büyük primler ödemeye mahkûmdur; çünkü bulanlar ve geliştirenler okuyanlardır; birbirine tıpatıp eşit yaratılmış iki kafadan maçı kazanacak olan okuyandır.1
Biri kişisel öteki zihinsel iki hayatı birden yaşayan Tarık Buğra, kitapla ilk bağı, annesinin anlattığı masalları saymazsak, akşamları işten dönen babasının kanepeye uzanıp da göğsünün üstüne yatırdığı oğluna aralarında Mesnevi, Piyale, Şerare, Rübab-ı Şikeste, Servet-i Fünun ve Terakki koleksiyonlarının da bulunduğu kitaplığından rastgele çektiği bir kitaptan okuduğu satırları dinleyerek kurduğunu; daha okuma yazma bilmeden ve hiçbir şey anlamadan dinlediği o beyitlerin ya da cümlelerin kazandırdığı aşinalığın, daha sonraları da gündüzleri ablalarına yüksek sesle okumaları için yalvardığı Osmanlıca romanları dinleyerek bir tutkuya dönüştüğünü söylüyor.
İLK KİTAPLARI BİLGİ YARIŞMASINDAN
Küçük bir çocukken kurulan bu dolaylı bağ Buğra’ya, içine doğduğu hayatın veremediği duygu zenginliğini ve heyecanını kitaplarda bulma ayrıcalığı sağlar; o da bu erken ilişkinin ilk meyvesini ilkokul dördüncü sınıfta Çocuk Dünyası dergisinin açtığı bir bulmaca yarışmasına katılıp dokuz kitap kazanmakla alır. Kendisine ödül olarak gönderilenler arasında Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Falih Rıfkı Atay gibi Türk yazarlarınkilerle birlikte yabancı yazarların Arı Maya, Pollyanna, Monte Kristo Kontu gibi kitapları da vardır.
O kitapların kendisini içinde yaşadığı andan daha eski, daha farklı zamanlara götürdüğünü; okuduğu her kitabın, ruhunu keşfetmenin hazzıyla ve muhayyel bir maceraya çıkmanın lezzetiyle doldurduğunu söyleyen Tarık Buğra, masala ve serüvene duyduğu sevgiyi de o yılların okumalarına bağlıyor.
“Kitapçıların vitrinleri ve rafları çocukluğumdan beri beni büyüler” diyen Tarık Buğra’ya; “Ben on bir yaşımda Salambo’yu, on üçümde Sefiller’i, gene o yıl Tayyis’i, Suç ve Ceza’yı okumasaydım on yedinci yılımı yaşarken pat diye yazar olacağım diyemezdim. Çünkü edebiyat derslerinde övülen yazarları sevmiyor hatta çoğunu, mesela Hüseyin Rahmi’yi küçümsüyordum; onları sığ, basit, yalın ve yetersiz buluyordum,”2 dedirten de çocukluktan itibaren yaptığı okumaların geliştirdiği edebi zevk ve özgüvendir.
Temelleri küçük yaşta atılan bu ilişkinin kazanımlarını kendi hayatında tecrübe eden Tarık Buğra’ya yıllar sonra Milliyet’teki yazılarından birinde, “Çocuklara okutulacak kitaplara nereden başlamalı?” sorusunu sorduran da, “bunun için en iyilerden başlamalı,“ dedirten de o tecrübenin sonucudur.
Önerisine, “Merdiven basamak basamak çıkılır” diye itiraz edenlere, “Okumak nasıl olur da merdivene benzetilir?” diye soran Buğra’ya göre: “ Küçük veya büyük her okumada fire vardır. Bundan kurtulmak hatta fireyi azaltmak yaş meselesi olmamalı. O ayrı bir şey. En ünlü eleştirmenlerin bile neleri hatta kimleri atlayıp geçtikleri olmuştur. Kaldı ki, okumak anlamaktan büsbütün başka bir iş, bir yorum işidir; önemi de buradan gelir.” (…) “Çocuk dünyanın en güzel kitaplarına lâyıktır. Kendi kendimize bir anlayış ve seviye meselesi çıkarıp bayağılıkları, koflukları, basitlikleri önlerine sürmeyelim. Gerçek büyüklerden bir tek örnek gösteremeyiz ki, çocukluğunda birkaç şaheserle karşılaşma şans veya imkânını bulduğu için ömrünün sonuna kadar minnet duymasın."3
Hayat boyu yaptığı okumalar yazarlık karakterini, yazarlığının karakterini çizen Buğra, bir başka yazısında, “Kitaplar -şair, romancı, hikâyeci veya denemeciler- insani bağlantılara, hayata açılan, fakat ekseriya ayrı ayrı yönlerden açılan ayrı ayrı yapıda pencerelerdir; en güzel görünüşün hangisinde olduğu hepsi görülmeden nasıl söylenebilir?4 (…) Her kitap, benim dünyama karşı, ona uymayan, ondan ayrı bir dünya getiriyor demektir. Bu yüzden bir kitaba başlarken tuhaf bir heyecan duyar ve bunu teke tek mücadelelerin başlangıcındaki heyecana benzetirim,”5 dedikten sonra “Bunaldıkça kitaplara sığınırım. Benim bulduğum bir kurtuluş yolu değildir bu. Aksine öğrendim, hem de örnek alınacak insanlardan. Onlar ciddi çıkmazlara düşünce edebiyata, müziğe başvuruyor, böylece de cendereden kurtuluyorlardı” diyor.
Sanat ve kültür meseleleri, kitap, kitaplık, kütüphane ve okuyucu üzerine yığınla yazı yazan Buğra, bir başka yazısında; “Okumayan insanlar memleketi denilse yeridir” dediği ülkemizde, o günlerin İstanbul’undaki kütüphanelerin en büyüğüne bir yıl içinde giden okuyucu sayısının aynı semtteki bir kahveye bir ay içinde giden müşteri sayısından az olduğunu söylüyor: “Kütüphanelerimiz kitaplarının üstüne cicilerini kıskanan bebekler gibi titriyor. Sanki en büyük hatta tek gururları şu kadar kitabımız, aralarında da şöyle güzel, böyle değerlileri var demekten ibaret.”
İnsan, o yazının üzerinden yetmiş iki yıl geçtikten sonra, bugün hem kişi hem de kitap sayısı bakımından değiştiği görülen bu yerlerin giderek kitap okumaktan çok bir sosyalleşme mekânına dönüştüğünü görseydi ‘Tarık Buğra ne derdi acaba?’ diye düşünmeden edemiyor.
Bir kütüphaneyi sahibinin zihinsel aynası yapan kitaplar, aynı zamanda o kişinin seçimlerinin de göstergesidir. Çoğunlukla deneyimlere ve anılara dayanan seçimlerimizin oluşturduğu bu kütüphaneler de insana kendi içinde bir düzenleri ve o düzen içinde her kitabın bir ötekiyle düşünsel bağlantısı olduğunu ispatlar.
KİTAP BİRİKTİRMEYİ SEVMEZDİ
Kitaplarının elinin uzanabileceği mesafede bulunmasından hoşlanan Buğra’nın kişisel kütüphanesi de, çoğunlukla, beğendiği yazarların sevdiği kitaplarından oluşmuştu; çünkü o bir bibliyoman değil, bir bibliyofildi. Bir insanın okuduğu her şeyi saklamasını yediği her şeyi midesinde muhafaza etmeye benzeten Schopenhaur gibi Tarık Buğra da, bir daha bakmayacağı kitapların kütüphanesinde durmasını istemez, sık sık ayıkladıklarını işaret ederek, bana, “Şu kitapları ver birisine,” derdi.
Yazı makinesi suskunsa, hafiften işitilen klasik müzik eşliğinde bir dinginlik ve huzur mekânına dönüşen odasında okuma -yazTarıkma dışında yapmayı en sevdiği şeylerden biri, gözünün iliştiği ilk kitabı eline alıp sayfalarını karıştırmak, rastgele bir iki cümle okumak olan Buğra’yı, ben de, günün sosyal, siyasal olaylarından haberdar olmak ve gazeteye yazacağı yazıya konu bulmak amacıyla okuduğu gazeteler hariç, üzerinde çalıştığı roman, piyes ya da senaryodan başını her kaldırdığında elinde bir kitapla hatırlıyorum.
Her zaman, kaybettiği cennet bahçelerinden biriymiş gibi, söz ettiği önceki kütüphanelerini bilmiyorum, ama Kadıköy-Bahariye ve Maltepe’deki evlerde tanıklık ettiğim son ikisinde türlü çeşitli bilimsel kitapla birlikte şiir, hikâye, roman, biyografi, hatıra, anlatı, gezi, sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih, ekonomi vb. gibi akla gelebilecek her türden kitap var.
Bunlar raflara türlerine, konularına ve boyutlarına göre ya dikey ya da adlarını kolay okuyabilmek için sırtları bakana doğru yatay dizilmiştir. Kuran-ı Kerim, Tevrat ve İncil, Kimya-yı Saadet, İlmihal, Sahih-i Buhari gibi dini konularda sık sık başvurduğu kitaplar kütüphanesinin en üst, T.B.M.M. Gizli Celse Zabıtları, ansiklopediler gibi deri ciltli büyük boy, kalın kitaplar kitaplığının en alt raflarında bulunur. Orta raflara da halk edebiyatından tasavvufa, divan edebiyatından modern şiire, hikâyeden romana yerli yabancı pek çok yazarın eserleri sıralanmıştır.
Milliyet Gazetesi'nde ‘Sanat Hareketleri’ köşesinde 24 Eylül 1951 yılında günlük yazı yazmaya başlamadan önce aynı gazetede ‘Parterden’ başlığıyla tiyatro eleştirileri yapan, üstelik kendisi de piyesler yazan Tarık Buğra’nın kütüphanesinde Antik Yunandan ölümüne kadar yazılan piyeslerden örnekler de yerini almıştır.
Kitaplarla çevrili bu mekânda kitap okumaktan keyif alan Tarık Buğra, kitaplarını sadece gözleriyle değil elleriyle de tanır, bu yüzden de yerlerinin değiştirilmesini istemezdi. Neyi, nerede bulacağını bilmenin rahatlığı içinde arada bir karşılarında durarak hepsini tarar, her şeyi yerli yerinde görünce de eski ve en iyi arkadaşına rastlamış gibi yüzüne bir hoşnutluk yayılırdı. Kimisi deri ciltli, kimisi ciltsiz, kimisi pırıl pırıl, kimisi solgun, yıpranmış kapaklı kitaplarının kokusunu solumaktan, onları bakışlarıyla okşamaktan hoşlanırdı. Bazen de gözlerinin takıldığı kitaba göre yüzünün ifadesi değişir; bakışları ya içinden yansıyan bir ışıkla aydınlanır ya da gölgelenirdi. Öyle anlarda, yüzünü gören, kitabı satın aldığı vaktin, ayaküstü okuduğu ilk satırların kendisinde bıraktığı duygunun ya da izlenimin mutluluk mu yoksa tatsızlık mı olduğunu anlardı.
SEVGİ VE SORUMLULUK BİLİNCİYLE İŞİNİ YAPARDI
İşini her zaman sevgi ve sorumluluk bilinciyle yapan Tarık Buğra’nın çalışırken gerilen yüz çizgileri, bazen, eline aldığı kitabın içeriğine bağlı olarak ya sükûnetle yumuşar ya da büsbütün derinleşirdi. Arada sırada elime aldığım herhangi bir kitabın sayfalarında öyle hâllerinin izlerini taşıyan bazı işaretler bulurum: Okuduğu kitabın yazarına sorular soran, olumladığı ya da itiraz ettiği satırların altını çizen, sayfanın kenarına notlar düşen Buğra’dan izler taşıyan o kitaplardan birinde, romancılığını ve romanlarını beğenmediği, ama kafasının işleyişini, muhakeme gücünü ve sağgörüsünü beğendiği Andre Gide’in 1889-1918 yıllarını kapsayan Günlük’ünde, 136. sayfadaki son paragrafın kenarında, küçük harfle yazılı şöyle bir not var: “Necip Fazıl’a bu açıdan bakınız.” (Fotoğraf 1)
Günlük’ün ‘Seçme Yazılar’ bölümünün 95. sayfasındaki ‘Tarihsiz Günlük‘ün kenarında da yazarına itiraz ettiği görülüyor. (Fotoğraf 2)
Birçok kitabında da görüleceği gibi böyle altı çizili satırlar ve 8. sayfasında yazarla aynı düşüncede buluştuğunu gösteren bir örnek de Rainer Maria Rilke’nin Rodin’inde var: Tarık Buğra’nın beğenisini kazandığı anlaşılan bu küçük kitabın içinde bir de Şehir Hatları İşletmesinin Kadıköy-Eminönü arasında çalışan vapurlarında alt ve üst güverteden alınan ‘Lüks Farkı’ biletinin kontrol edilmiş bir örneği saklı. (Fotoğraf 3)
Kütüphanesinin raflarında baştaki ilk boş sayfaya aldığı günün tarihini attıklarının yanında sadece adını soyadını yazdığı veya sayfasının kenarı içe kıvrılmış kitaplar da var. (Fotoğraf 4)
Bunlardan başka, Ankara’ya gidiş gelişlerinde trende ve geceleri oteldeki odasında okumak için yanına aldığı bazı kitapların sayfaları arasından da, toplantıdayken kendisini otelden arayanların adlarını ve telefon numaralarını yahut da filan bakanlıkta teşrifinin beklendiğini belirten antetli not alma kâğıtları çıkar. (Fotoğraf 5)
Yaşadığı zamanlardan, algılayış, düşünüş ve yorumlayış biçiminden izler taşıyan bu notlar, bu kâğıt parçaları önüme her düşüşlerinde, içinde saklandıkları kitaplardaki güzel sözler ve duygularla birlikte Tarık Buğra’yı da getirir bana. Ona bakarım; o da, hep aynı düzen ve tertip içindeki kütüphanesinin aksine, üzerlerine yazmakta olduğu roman ya da piyesle ilgili notlar aldığı (teksirden pelüre, kâğıt peçeteye kadar) çeşitli kâğıt parçaları, sigara paketleri, kül tablaları, ağızlıklar, küçük not defterleri de dâhil, elinin altında bulunmasını istediği her türden malzemeyi yaydığı çalışma masasından başını kaldırıp sevgiyle bana gülümser: Onu ebediyete uğurladığım günden bu yana içimde büyüyen hasret biraz hafifler.
Dipnotlar
1 Tarık Buğra, Düşman Kazanmak Sanatı, Okumak.. Kitap Okumak, Ötüken Yay, s. 141, İstanbul, 2023.
2 Tarık Buğra, Politika Dışı, Tarık Buğra’yla… , Ötüken Yay, s,208, İstanbul, 2014.
3 Tarık Buğra, Vitrinlerin Zaferi, Çocuk, Ötüken Yay, s. 63-64, İstanbul, 2023
4 “Tarık Buğra, Vitrinlerin Zaferi, Mukayese, Ötüken Yay, s.97, İstanbul, 2023
5 “Tarık Buğra, Vitrinlerin Zaferi, Kitap, Ötüken Yay, s.193 , İstanbul, 2023